KARINCALARMIŞ
Her geceye sabaha uyanacağımızı zannederek dalarken bir gün bu varsayımın gerçek olmayacağını gözden kaçırmıyor olduğumuzu düşledim; olmadı...
Seher vaktini oldum olası severim. Hayatta olduğunu anlamak için bu saatlerde uyanmış olmak, tıpkı kendi doğumun gibi sancılı bir doğumu izlemek, tertemiz bir günün sana göz açışını karşılamak gerek. Karanlığın aydınlığa döndüğü yerde başı duman duman ormanları, dumanlara karışan bulutları, dağları izlemek. Yazın ortasında bile olsa esen yelin serinliğini teninde hissedip ürpermek. Yaşadığını fark etmek...
Benim de kalbim heyecanlandığımda küldür patır sesler çıkarır, arada sırada benim bile duyamadığım çıtırtılarla kırılırdı. Bazıları buna inanmaz, her defasında tekrar kırılıyor mu diye denemeye kalkar, her defasında hiç kırılmamış gibi paşa paşa kırılırdı o da, bin parçaya..
Hayatın da kalp gibi bir ritmi olduğunu fark ettiğimde miniktim, minicik. Zaten hep minicik olmuşumdur ben. Çekirdek ailenin en küçüğü, geniş ailenin en küçüğü, sınıftakiler arasında boyut olarak en küçük.. Neden abilerimin hepsi iki metrelik kapı gibi adamlar ve hepsi heybetli isimleriyle çağırılırken benim adım bile anılmaz hep "ufaklık" diye seslenilirdi mesela? Kapıdayılar olarak benden apayrı bir hayat kurmaları, ayrı ritim tutturmaları da yetmezmiş gibi bir de olmayan boyumla alay etmeleri, cüsselerinden büyük olan ve yerli yerinde duran kalbimi hiç saymaları nedendi?
Sıradan bir günün akşamında insanın kendiyle konuşacağı çok şey olur. Oysa sıra dışı günlerin akşamları kelimeleri kabul etmez, yalnız sessizliği ister. Başından sonuna kadar, sofradan yastığa başını koyana kadar sessizlik. Anlatılamayacak olan anlatılmamalıdır çünkü. O asla kıyıp yiyemeyeceğin için sardığın peçetede rengi kaçıp bozulmaya mahkum olan misafirlik çikolatasıdır. Bir daha ne zaman karşılaşacağını kestiremediğin, hatta karşılaşıp karşılaşmayacağından bile emin olamadığın..
Kimsenin bilmediği, çok gizli, çok sırdaş, kapağında tombik serçeler olan not defterimde rastgele açtığım sayfada şöyle bir dize göz kırpıyor bana:
"Oysa herkes kendi kalbinde mahsur
Herkes kendi kalbinde tutsak
Bir rüya olsa, sabahla uyansak
Biri azat etse kendimizden kurtulsak"
Kim bilir ne zaman yazmıştım bunu bu sayfaya, neler hissetmiştim ilk okuduğumda, peki ya sonra, yani zaman geçince de sevmeye devam etmiş miydim acaba? Şairini görmek ve kitabına yani kitabıma imza almayı çok istediğimi hatırlıyorum. Tesadüf bu ya, aynı vapurda yolculuk yaptığımız bir gün olmuştu. Yanına gitmeye cesaret edemediğim, zaten kitabın da yanımda olmadığı. Ardından bir ay boyunca aynı saatte o vapura binip bütün vapuru dolaştığımı, belki görürüm diye ümitle kapıyı gözlediğimi..
Hani dizini katlar, ayağını altına alıp oturursun da iğneli iğneli, karıncalanmış dedikleri tuhaf bir acı olur, üzerine basamaz, sadece o kesif uyuşukluğu hissedersin ya. Ben bir sabah bu hissi kalbimde duyarak uyandım. Duyarak uyandım derken cümleyi kurmakta hata yapıyor değilim. O uyuşukluğun, o acının beni uyandırdığını hatırlıyorum. Gözlerimi ovuşturup uykuya devam etmekte olup olmadığımı kontrol ettiğim bu cümleye başladığım an kadar hatrımda. Uyanık olduğumu anladığımda bu durumu ölmüş olabileceğime yorduğum da..
Dedim ya, seher vakti günü karşılamak hayatta olmakla ilgilidir diye. Seher vaktiydi, kitabi bilgiye göre hayattaydım ama sanki her zamankinden bile daha ufaktım, ufaklık değil de ufacıklık falan demeleri gerekebilirdi bu yeni bana. Kalbim bu kadar büyük bir yer mi kaplıyordu yani gövdemde? Gerçekten de kapıdayıların cüssesinden büyük müydü yani? Nasıl olabilirdi böyle bir şey? Galiba saçmalıyordum. Uzanıp elimi duvarda gezdirmeye başladım "tık" sesiyle odam aydınlanmış, avizedeki taşların parıltısı dört yana saçılmıştı. Benim canım ailemin ihtişam sevgisinin delili avize, avizem, avizemiz...
Düşünüyordum, beynimdeki kıvrımlarda atlaya zıplaya, kıvrıla kıvrıla dolaşarak düşünüyordum. Kalbimin olduğu yerdeki karıncalar hangi delikten gelmişti? Belli aralıklarla ilaçlanan bu evde kendimi bildim bileli sinek dahi görmemişken, bunca karınca nasıl göğüs kafesimde tutsak olmak için içime kadar ilerlemiş, bunu başarabilmişti? Merak ediyordum, en son ne zaman bu kadar çok merak ettiğim dahil olmak üzere...
O bir ayın son günüydü, bir cumartesi, güzel de çirkin de diyemeyeceğim bir cumartesi. Akşamında sessiz kalmam gereken bir cumartesi. Artık karşılaşamayacağımız fikrine teslim olmuş, bu karşılaşmayı sadece denizin köpüklerindeki beyazlığa bakarken hayal etmem gerektiğini anlamıştım. Elimde simit, cebimde kitap, vapur çaycısının elinde uzatılan çay. Bir anlık telaş, çayın üzerime boca oluşu, simidin denize doğru yol alışı, sadece cebimdeki kitabın sakince yerinde bekleyişi ve yüzüme kapanan ellerim...
Merakın faydası olmadığını anlamış olmam gerekmez miydi? Bunca kırık hayalin üzerinde canıma bata bata yürümüş ve bütün bu acıyı yalnızca merakımdan, hevesimden çekmemiş miydim? Yine soru soruyor, yine merak etmiyor muydum şimdi de? Büyük kapıdayının dediği gibi "küçüğüm, sen umutsuz vakasın". Evet, ben kendimi bildim bileli hep umutsuz oldum. Ne yaptım ne ettimse kısa süreli ömürleri uzamadı umutlarımın, zaten çoğu da hiç gelemedi dünyaya..
İçimde o dize yankılanıyordu "herkes kendi kalbinde tutsak". O halde benim karıncalarım beni bu tutsaklıktan azat etmişti öyle mi? Benim mahsur kaldığım kafese benim yerime onlar girmişti. Kalbime! Bu da demek oluyordu ki ben artık özgürdüm, hayatımda ilk defa özgürdüm. İlk defa ufaklık değil de hürriyettim...
Yanmak sadece kaynar çayla olmuyor tabi. Çayı üzerine döküp kendini rezil ettiğinde kafandan aşağı boşalan ama görülmeyen kaynar su var ya, o hepsinden, her şeyden beter yakıyor canını. Sonuncu dereceden yanık. Yani öyle bir yakmış oluyor ki, geride yanacak da yakılacak da bir şey kalmıyor. Ardımdan geldiğini duyuyordum çünkü hamle yaptığımda camdan yansımasını görmüştüm ve o andan beri ayak sesleri ilk an olan yavaşlama hariç kesilmemişti. Üzerimdeki kıyafeti cildimden ayırmayı, su alıp dökmeyi... Hiç, hiçbirini akıl edememiştim, sadece uzaklaşmaya çalışıyordum. O an adımı seslendi..
Karıncaların gelmesinden evvel hiç böyle bir şey olmamıştı. Yalnızca o gün, orada olanlardan sonra sesimin uğuldayıp yankılandığı bir boşluk olmuştu. Nefes alıp verirken bütün hava oraya doluyor gibiydi sanki. Elimi göğüs kafesime koyduğumda bile ağır geliyor, kırılacak gibi oluyordu. Tuhaf ve hoş olmayan bir histi ama acı kalbimde değildi. Kalbim yerinde de değildi galiba. Anlatması güç, zaten böyle şeyler, demiştim ya, anlatılamayacaksa diye, anlatılmamalı...
Adımı nereden ve nasıl biliyor olabilirdi? Çok mantıksız bir ihtimaldi bu, belki de aynı isimde bir başkasına sesleniyordu. Ya banaysa? Olamazdı! Olmuştu. Omzumda bir el vardı, hızlanan ayak sesleri ardımdan yanıma gelmişti. Omzumda bir el, sesinde adım vardı. Kalbim güverteden kendini denizin derin mavisine bıraktı bırakacak, aç şu kafesi gideceğim dercesine beni yumrukluyordu. Öyle şiddetli yumrukluyordu ki hatta, bütün bedenim zangır zangır titriyordu. Gözüm yerden yukarı doğru çıkmaya çalışırken elini gördüm, kitabımı, kitabını, o kitabı...
Boşluk hissinden sonra çok ciddi bir rahatlık daha doğrusu önce rahatsızlıkla başa çıkmam gerekmişti. Rahatsızlık olayı anlamam ve çözümü bulmam, artık bir kalbim, daha doğrusu çalışma prensibini değiştirmiş bir kalbim olduğunu kabullenme kısmıydı. Rahatlık kısmıysa artık kalbin olmadığı vakit kimsenin kırabileceği veya senin onarmak için çaba sarf edeceğin bir parçanın olmamasıydı. Kalbin yoksa kırık yok, tehlike yok, tehdit yok, risk yok...
Anlıyordum elinde kitabı görünce, içinde ilk sayfasına yazdığım adı okumuş olmalıydı. Tabi, altına yazdığım notun gözüne ilişmiş olmaması pek de mümkün değildi. Yüzüne hatta gözünün içine baka baka üzerime döktüğüm çayla kendimi haşlamam yetmiş olmayacak demek bir de bu nottaki koca çocuk tavrımla rezil etmiştim kendimi. Bitmiştim. Artık yapılabilecek bir şey yoktu. Karada bile değildim, yer yarılmayacak ve ben asla içine girip kurtulamayacaktım bu halden. Belki de tsunami çıkar beni dev bir dalga hop diye kapardı önünden. Tepeme şimşek çaksa da olabilirdi mesela. Kocaman bir martının kafamı yarması peki, o da kabul. Bu andan kurtulacağım her ihtimale razıydım, sonuna kadar.
Nefesimi tuttum, durdum bir an ama belki de o kalıyordu dışarıdaki bu gerilimin ortasına düşmemek için emin olamıyorum. Sonra elimi uzattım, çayın döküldüğü kısmı haşlak bir haldeydi, iğrenilmemesi için hiçbir sebep yoktu, korkunçtu belki, kitabı almaya yeltendiğim anda geri çekti.
-Demek imza almak istiyorsun?
-Hayır. Evet. Öyle-ydi. Yani şimdi. Öhöhöhö..
-Sakin olamıyorsun anlaşılan, okuduklarından pek bir şey anlamadığın belli. Anlasan sakin olabilirdin. Şiirleri de böyle panikle mi okudun? Onların teki bile aceleyle yazılmadı. Yerini bulamamışlar demek. Üzücü.
-Yoo! Hayır. Yani okudum. Hepsini. Defalarca. Sadece bu ay bile tam 28 defa.
-Sebep?
-Yok. Sevgi. Sevdiğim için sanırım.
-Ufaklık, sen göründüğünden de çocuksun anlaşılan. Haydi bakalım, al kitabını da masaya geçip imzalayalım.
-Teş-teşekkür ederim. Çok.. sağ olun (Fısıltımı ben bile duyamamıştım ki o nasıl duysun?)
Sonrası daha da fena; keşke beş kere daha yansaydım, kızgın sularda diri diri haşlansaydım denilecek cinstendi. Minik dostu oldum bir anda, öyle imzaladı kitabı. Tam on dakikasını ayırdı bana. On koca dakika! Beş defa bunu vurguladığı on koca dakika..
O boşluk hissinin ne zaman olduğunu tam olarak hatırlarsam diyorum ki aklımdaymış zaten. O gündü işte, o vapur yangınının ertesindeki gün. Sabah uyandığımda rüya zannettiğim ama önce elimin üzerinde görüp sonra bacağımı kımıldatmaya çalışırken duyduğum acıyla gerçekliğini anladığım...
Her şiiri için bambaşka hayaller kurmuştum, akşamında konuşulmayacak olaylar bellemiştim hepsinin ardındaki hikayeyi. O kadar herkes gibi ve o kadar umulan dışındaymış ki. Üstelik kendisi de şair kalbine değil bir masanın kalbine sahipti. Masa, elinle vurunca acıtan, üzerine ne koyarsan koy taşıyan ama asla içine almayan, seni bir tek gün bile senin ona yaklaştığın sevgiyle karşılamayıp ya dizine ya serçe parmağına kasteden masa...
Belki de karıncalarımın bu boşluğu doldurması, defteri açınca karşıma çıkan dizeler... İçimdeki uğultu yerini küçük titreşimlere bıraktı, minik adımlar atılıyor, karıncalar yürüyor yüreğimde. Hangi yara merhemini kendi hazırlar? Benim boşluğum kendini kendisiyle doldurdu. Nihayet kesildi o uğultu. Artık kalabalık biriyim, içimde ne var bilen biri. Kim neydi sebebi o halinin diye sorsa göğsümü gere gere söylerim; karıncalarmış...
Yorumlar
Yorum Gönder