SİS
"Kaçtıkların zihninde her yere seninle gelenlerse her göç daha da güçlenmelerine sebep olur kimi zaman, yaşamadan bilemezsin."
Uyandığın alarm henüz çalmamıştı. Elini uzatıp telefonu aldı, uyuyabileceği yarım saati daha vardı. İstemedi. Eskiden en çok sevdiği şeydi uyumak. Alarmı kapatıp uyuyakaldığı sabahlar olurdu. Şimdilerde alarmı o uyandırıyordu sanki. Hemen her sabah en az yarım saat erken uyanıyordu planladığı saatten. Bu yüzden olumlu değerlendirdi bu durumu. Kendisi adına, son günler adına olumlu..
İsteyerek tonluk yükü tüy diye taşır bana mısın demez de istemeden tüyü yerinden oynatamaz insan, yetmez gücü. Yani dedesi böyle derdi. Tam böyle olmasa da buna yakın bir şeydi ama manası buna tekabül ediyordu. Emin değildi. Uzunca bir süredir ne yapmak istediğinden, ne yapması gerektiğinden, nasıl yapması gerektiğinden hiç emin değildi. İçinde sürekli dönüp duran "neden" kelimesinden kaçıyordu. Cevabını bulamadığı sorulardan kaçıyordu. Şehirler boyunca aklında olan bu sorudan kaçıp durduğunda bir ümit kıtalar boyunca giderse ondan kurtulur zannetmişti. Olmadı.
İnsan bazı sabahlara gözünü açtığında birkaç salise iyi hisseder ve bazı şeyler hiç yaşanmamış gibi gelir. Bu hem çok uzun hem çok kısa bir süredir. Sonra bir an kabus gördüğüne inanmak ister. Ardından yaşananların daha da ağırlaşmış, daha da yoğunlaşmış acısı bir hamlede gönlüne çöküverir. Kalbi sıkışır, nefessiz kalır, umudunun kırıldığı yerden yarası kanamaya başlar. Çığlık atmak ister ama sesi çıkmaz, koşmak ister ama bacakları tutmaz. Ne istese yapamaz, ne istemediyse hepsi başına gelmiştir...
Yeniden uyanmış, bir gün daha yaşamak zorunda kalacak olmak, yeniden ve aynı şeylerle... Buruk bir nefes aldı. Nefesin buruğu olur mu diyenler olurdu bazen, olurdu evet. Nefesinin bile boynu bükülürdü insanın. Sevmezse alan dünyayı, umudu yorulmuş, gönlü kırılmışsa nefesi de buruk olurdu. Yaşamayan bilmezdi. O yaşıyordu. Yaşanmamışlıklarını ve bütün bu kederleri yaşıyordu.
Bu sabah da yataktan kendini banyoya doğru sürükleyebilmişti.Yüzünü her sabah olduğu gibi aynada kendisiyle karşılaşmadan yıkamak istedi ama eli alnından geçerken canı acıdı. Bir an refleks olarak aynaya baktı. Kırmızı bir şişlik vardı. Sen eksiktin bir tek diye düşündü parmağıyla sivilceyi dürtüklerken. Gözlerine takıldı bakışı. Daha önceden hiç böyle feri sönmüş gözlerle karşılaş mıydı acaba? Sanki karanlık bir oda gibiydi. Halbuki evvelden ışıl ışıl oluşuyla bilinirdi gözleri. Acı diye düşündü, ne kadar kuvvetli bir dönüştürücüymüş meğer, hafife almışız yıllarca.
Evden kendini işe sürüklerken yol boyu geçtiği her yere kendi koyuluğunu bulaştırdığını hissediyordu. Koca şehri gezen bir hayalet, gri bir sis gibiydi. Mutlulukla ayaklı tüm mimiklerine el konulmuştu sanki. Tebessüm etmek istediğinde bile yüzünde acı bir ifade beliriyordu. Tebessüm edemiyor, etme girişimi bile ona acı veriyordu. Artık yaşamanın tek anlamı anlamsızlığıydı. Çünkü yapması gereken tek şey vardı ve onu asla yapamıyordu. Neden sorusunun cevabını bulamıyordu.
Parlak bir kariyer onu beklerken, başarılarının ardı arkası kesilmezken, henüz gözleri karanlığa gömülmemişken, kalbi ve en önemlisi umudu sağken, kurulmuş hayallerin altında kalmamışken neşeyle işe gittiği günleri nadiren anımsıyor ama netleştiremiyordu zihninde. Sanki o günler yaşanmamış, bir kitapta okunmuş, bir rüyada görülmüştü ama onun başından geçmemişti hiçbiri. Sanki hiç var olmamıştı hiçbiri...
Dönüş yolunda kucağına birinin günlerden cuma olduğunu söylediği kulağına çalındı. Bugün cuma. İçinde eski ve yorgun bir kıvılcım titredi. Bugün cuma. Burada birçok dükkanın önünde çiçek rafları olur, marketlerde bile çiçekler satılırdı. Çok zaman önce, henüz kalbi sağken geldiğinde gülerek fotoğraflarını çektiği anlar hayal meyal gözünün önüne geldi. Halbuki kaç zamandır önlerinden geçmesine rağmen dikkatini çekmemişlerdi. Başını kaldırdı, kaldırım taşlarına bakmadan da anılarını izleyebilirdi, biliyordu ama çevresine bakmak, yeni yüzler görmek onu artık çok yoruyordu. Tam da önünden geçtiği bir dükkanın önünde rengarenk bir lale buketine takıldı gözü. Onlar da bakıyordu sanki, onu gördüklerine sevinmişler gibi hem de...
Kapıyı açtıktan sonra anahtarını her zaman olduğu gibi kapının yanındaki çiviye astı. Kazara orada olan ama bir işe yarayan o çiviye, kendine benzeyen o çiviye. Paltosunu çıkarmadan içeriye doğru yürüdü. Evinde vazo yoktu, hiç de olmamıştı. Gelmeyecek çiçekler için yapılmamış hazırlıktan dolayı kendini suçlu hissetmedi ama böyle hissetmeyişini garipsedi. Masada duran sürahiyi kapıp musluğa doğru ilerledi. Artık o sürahi değil vazoydu, zaten ne farkı vardı ki. Üzerinde rengarenk laleler duran masasına baktı. Şimdi onlar siyah beyaz bir fotoğraftaki yegane renktiler. Ölmüş bir kalbe can suyu belki de..
Yorumlar
Yorum Gönder