ÇİÇEKLİ DURAK

 Ömrümün en uzun sürdüğünü hissettiğim yıllarını, en kısa yollarda geçirdiğimi çok sonra anlayacaktım...

Yılını tam bilmiyorum, zaten pek de önemi yok, gençtim. O zaman üniversite sınavına hazırlanıyordum, mezuna kalmak dedikleri şekilde. Kalmıştım. Kalmak nedense hep kötü anlamlara denk gelir değil mi? Sınıfta kalmak, mezuna kalmak, evde kalmak, yolda kalmak, uyuya kalmak, kalakalmak...

Kötü bir durumdaymışım demek, yani değilsem de olmam gerekirmiş. Emin değilim, ilk defa farkına varıyorum bunun. Sabahları erken kalkardım ama, bu güzeldi. Hep güzeldir sabahları erken uyanmak. Günün bereketi de sabahın erken saatlerinde dağıtılır, uyanıksan açar kapını alırsın, yoksa yok. Bekle ki yarın olsun. "Dünden kalan bereketimizi ısıtıp bugüne katıyoruz. İstediğimiz gibi olmuyor sayın seyirciler, bayatlamış çünkü. Halbuki daha dün almıştık ama püf noktası da bu işte. Bereketimizin tazeliğinde, günlük olmasında."

İstisnalar hariç her gün sabah yürürdüm de hatta, ne güzel şey! Haftanın sonuna gelince de tatil yapardım, yürüyüş zamanını kahvaltı süresine eklerdim. El alem lüks nedir, keyif nedir görsün ama değil mi? Saatlerce çalışılacak dersin, dahil olunamayacak muhabbetlerin, izlenmeden odaya kapanılacak dizilerin, filmlerin, dinlenemeyecek şarkıların acısını çıkartmaktı o dakikalar. Ya da gelecek yılların acısını hafifletmek, bilemiyorum, insan içindeyken ayrımına varamıyor.

Günlerin bolca kahveli ve birbirinin ikizi, üçüzü, beşizi, yedizi derken derken aynıya yakın geçtiği o zamanların güzergahında bir otobüs durağı vardı. Anlatılacaklar içinde en manalı olabilecek, anlatılmazsa yazık olabilecek belki de tek şey... Adını da hatırlamıyorum aslında, hatırlamam gerekirdi, buna eminim ama maalesef. Bana sorsalar "çiçekli durak" derim, o zaman hayatıma dahil olan herkes de bunu anlar zaten de yabancılar gidip görmek istese nasıl yapmak lazım ki acaba? Niye gitsinler, niye görmek istesinler? Evet, istemezler ve görmezler, demek hatırlamam gerekmiyor. Bu da güzel.

Çiçekli durak sabahları insanlı olurdu, ben de zaten genelde sabahları geçerdim ya, insancıl zannederdim o yüzden. Okula giden çocuklar, işe giden yetişkinler falan işte. Otobüs duraklarını bilirsiniz, popülasyonları kısmen aynıdır. Aynı evin farklı coğrafyalarda inşa edilmesi sonucu iklim değişimine bağlı farklı yanlarından yosunlanması gibi...

Çiçekli durak diyorum ama durakta ne canlı ve açan çiçekler, ne de boyanmış çiçekler yoktu aslında. Misafir çiçekleri vardı durağın, her sabah nereden geldiklerini bilmediğim ve sonrasında da nereye gideceklerini. Tam da benim oradan geçtiğim saatte durakta duran bir otobüsten inen o yaşlı amcanın elinde gelirlerdi. Amca çok denebilecek kadar yaşlıydı, zannediyorum ki o yüzden, otobüsten en son -kalabalığa hiç denebilecek kadar karışmadan- iner, durak koltuklarına oturup biraz nefeslenir sonra yolun karşısına geçerdi. Ben de bütün bu filmi aylar sonunda her gün bir zerresini göre göre biriken parçaları birleştirip izlemiştim zihnimde. Tuhaftır, içimden bir defa bile yürüyüp gideyim de bakayım mı amca nereye götürüyor çiçeklerini, acaba karşıdan karşıya geçerken yardım ister mi, hatrını sorayım ya da selam vereyim mi soruları geçmemişti. Gençlik...

Aylar değiştikçe yol kenarlarındaki ağaçların renkleri değişip yapraklarının geliş gidişleri oluyordu. Yerlerde yeşil otlar baş veriyor, toprak ıslanıyor, kuruyor bazen balçık olup bazen çatlıyordu. Fakat çiçekli durağın çiçekleri hep aynıydı. Asla eksilmiyor, artmıyor, yerlerine başkasını kabul etmiyorlardı. Her zaman bir kırmızı gül ve etrafında papatyalar oluyordu. Her gün, her hafta, her mevsim...

Bir yandan zaman ilerliyor, bir yandan sınav yaklaşıyor ve yorgunluğum, aksiliğim artıyordu. Alev topu olmuş yanıma yaklaşanı yakıp geçiyordum adeta. Ne saçma! Ama şimdi böyle. "ama" ile cümle başlar mıydı? Al işte! O kadar velvele ettiğim şeyleri bile unutmuşum. Yıllarım gitti diyen doktor şarkıcının dediği oldu iyi mi? Benimkiler de gitmiş meğer. Bir yandan da gideni bağlasan durmaz derler, demek tekrar etsen de zorla durmuş oluyor bazı bilgiler. Kalbine, zihnine kazınması gerek. İlle de kalbe değil mi? Belki de değil...

Baktım benim yürüyüşle kaybettiğim her dakika aslında bir soru, belki konu tekrarı. Neyseleyip halimi yürüyüşlerimi aksatmaya başladım. Aklımda fikrimde ne yol, ne yürüyüş, ne çiçekli durak, ne amca ne de başka şey. Yatıyorum kalkıyorum dağlar denizlere uzanıyor, öksüz özneler, anlamsız yüklemler, tarih öncesi çağlar, tek bilinmeyenle bile çok bilinmezi göğsüne gizleyen denklemler...

Nihayet büyük gün gelip çattığında çiçekli duraktan otobüse binip malum hadisenin yaşanacağı okula doğru yola çıktım. Kalbim mehter olmuş hücuma kalkan orduya yükleniyor sanki. Gümbür de gümbür, paldır da küldür. Vardık mı okula, uçtuk da konduk mu belli değil. İndik, girdik, öldük, döndük savaş meydanından. Oldu bir şeyler, detayları içeride kaldı, onlar bende yok, hiç de olmadı zaten. Ertesi gün kontrol edilmiş sınav soruları ve beklentisi en iyilerden bir hukuk fakültesine yerleşmek olan "kalmak" kelimesini rafa kaldıran biriydim. Kelebek olacaktım da ömrüm kısalır diye korkuyordum. Öyle bir hafiflik hali.

O gün çiçekli duraktan bindim otobüse, farklı saat ama amca geldi aklıma. Yerde beyaz bir şeyler var, onlardan geldi diye düşündüm. Yerdekiler beyaz, amcanın papatyaları beyaz, kalbim hafif, kasvetleri dağılmış bembeyaz...

Bütün gün koca şehrin altını üstüne getirip sevdiğim yerlerde kuru yürüyüşle geçirdiğim ayların acısını çıkartıp ayak tabanlarımdaki zonklamanın farkına vardım. Ayaklarımın farkına vardım bunca zaman sonra, yaşıyor olduğumun, canımın farkına vardım. Çıkacak acı canda durmuyor sahi. Nasıl yorgundum, eve gitmeye bile halim yoktu neredeyse, duvarlara tutunup yürüyecek hale geldim. Güzeldi yine de, her şey güzeldi gözümde. Zor günlerim geride kalmıştı, daha ne isteyecektim?

Otobüs durağında indim, akşamın geç saatleriydi. İşten dönüşler neredeyse bitmiş, etraf tenhalaşmıştı. Daha durak sınırları içindeydim ki telefonum çaldı. Eski bir arkadaşım sınavı sormak için aramıştı. Onunla konuşana kadar oturayım deyip duraktaki koltuklara bıraktım kendimi. Ayaklarımın zonklaması, tenhalığın ürpertisi, arkadaşımın anlattığı sınav travması derken beynim patlayacak zannettim. O an karşıdan amca geliyordu, herhalde hayaldi ama. Hayır, gerçekti. Fakat nasıl olurdu? Onun sabah gelmiş olması gerekmez miydi? Hep öyle olurdu, oluyordu, olmalıydı. Günde iki kere mi geliyordu? Yoksa sabah gelip akşam mı gidiyordu? İlk defa bu kadar merak ediyor, her detayı öğrenmek istiyordum. Eline takıldı gözüm, elinde bir kırmızı gül. Haydaa! Götürdüğü çiçek buketindeki gül olmasın dedim içimden. Olmasındı çünkü buket bozulurdu. Eee peki? Amca ne yapıyordu yani?

Hemen telefonu kapattım, amca da kavuşmuştu durağa zaten. Geldi yanıma oturdu, akşamımın iyi geçmesi için güzel bir dilekte bulunarak hem de. Ben de karşılık verdim ve bu saatte otobüs olup olmadığını sordum. Sadece muhabbet kurmaya çalışıyordum ama düpedüz saçmalıyordum. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi, elim ayağım titriyor, sesim çatallanıyor, cümlenin ortasında eski radyo gibi cızırdıyordu. Amca da benim aksime bir o kadar rahat ve sakindi. Hatta asabımı bozabilecek kadar sakin. Hayatımda böyle bir sakinlik görmemiştim belki de. Benim tüm saçmalıklarıma ve olayı bozmak için ürettiğim sebeplere rağmen muhabbetin kurulacağı varmış ki başladık konuşmaya. Otobüs gelip amcayı uğurlarken saate baktığımda konuşmaya başlayalı aslında yarım saat olmuştu, bana sorsalar üç saniye derdim.

Annem telefonu beş kere çaldırmıştı. Meşgule aldığım için de evde çıldırmıştı. Zaten hep endişeli ve gergin olmuştur. Bu saatte dışarıda olmam onun için aslan kafesine girmemle eşdeğer bir olaydı. Ne kadar hırsız, uğursuz, katil, cani varsa beni bekliyordu o akşam. Evet, başka kurbanları bile bırakıp bana koşmayı bekliyorlardı. Anneme sorsak yani. Bana kalırsa olacak olanın önüne geçmek mümkün değildi. Amca geçebilmiş miydi? 

Bu kadar uzun zaman beklediğimi bilmediğim bir hikayeydi amcanın hikayesi, o papatyalar ve kırmızı gül... Amcanın çok harika bir hikayesi, akla hayale gelmez şeyler yaşaması gerekiyormuş gibi hissediyordum. Yani hissediyormuşum, bunu da anlattıkları bittikten sonra fark ettim. Bugün bakınca şunu diyebilirim ki aslında onu benim için yıllar sonrasında bile hatırlanabilir kılan hikayesinin sadeliği ve samimiyetiymiş. Sıradan sandıklarımıza dikkatle bakarsak taşıdıkları sihri görüp onlara kalbimizle bağlanırmışız. Tıpkı benim bu hikayeyi yıllardır bağrımda bir tılsım misali taşıyışım gibi...

Amcanın dünya güzeli, iyiler iyisi eşiyle yaşadığı küçük bir evleri varmış. Bahçesinde ilk günlerinden itibaren papatyaların eksik olmadığı, hatta evi seçerken bahçesinin ve papatyaların karar vermelerini sağladığını söylediği. Teyze ile amcanın derin ve kelimelerle anlatılması güç bir muhabbetti olduğunu gözlerinde görmüştüm. O sakin ve güçlü adamın tek bir kelimede, eşinin adını söylerken titreyişinde duymuştum. Teyzenin hasta olup vefat etmesi üzerine amca her gün bahçeden papatya toplar, içlerine de yaşarken teyzeyle diktikleri, teyzenin gözü gibi baktığı kırmızı sarmaşık gülünden iliştirirmiş. Papatyaları ona bırakır, gülü dönerken yanına alırmış. Papatyalar biriktiği için kabrinin etrafı da evlerinin bahçesine benzemiş böylece, "belki papatyalar bahçemizde açmış gibi hissediyordur, değil mi?" demişti bana. Gülleri eve götürdükten sonra kurutup teyzenin yaşarken dikiş diktiği odasında yaptığı bir dolaba kaldırırmış. "Odası gül bahçesine döndü, hissediyordur değil mi?" demişti bana. O güne kadar kaç gün geldiğini biliyordu, kaç gün gelemediğini de. Son aylarda hastalığından dolayı 5 gün gelememiş ama güllerini yine de kurutmuş, odasına bırakmış. Bu da sabah gelemeyip akşama kaldığı 8. gün olmuş. "Utanıyorum, gelemeyince kahırdan daha çok hasta oluyorum. Tam yanına gidecekken yapılır mı evladım sen söyle. Bana gücenmiyordur değil mi?" demişti bana.

Bugün amcanın vefatından yıllar sonrası. O akşam orada olmam, telefonumun çalması, geri kalan her şey... Her şey onunla tanışmam ve oturup konuşmam içinmiş. Üç gün sonra tekrar karşılaşıp hastaneye götürdüğümde öğrendim ki çocukları yokmuş, başka akrabası da kalmamış. "Yalnız sen varsın şimdi ikimiz için de" demişti bana. Ben yıllardır onlarlayım. O gün hastanede söz verdiğim gibi papatyalar hiç susuz kalmadı ve o sarmaşık gülü hep budandı, teyzenin odası bozulmadı, mis kokmaya devam etti. Ben her cuma aksatmadan onlara ortasında iki gül olan bir papatya buketi götürdüm. Benim geldiğimi hissetmişlerdir değil mi? Bizi karşılaştıran Allah, kalbimde onları sıcacık hissettirdiğine göre onlar da hissetmişlerdir bence...



Yorumlar

Popüler Yayınlar