SÜLEYMANİYE'DE BİR DAMLA

     

        İlk yaş akana kadar gözlerini çöl zanneder insan. İlk yaştan sonra ırmak olur, deniz olur, gün gelir okyanus olur. Bir daha bitmez sandığı sonsuzluk derin bir acıyla kurur ve ilk defa hakikaten kaybolması gereken çölünü bulur.


    Elindeki yarım litrelik şişede kalan suyu arabanın ardından savurdu. Gidenin döneceğine dair umudu sürdürmek yolcu eden olmanın fıtratında vardı. Günlerdir gözyaşı döküyordu, günlerdir nefes almayı unutacak kadar çok ağlıyor, tıkanıyor, hıçkırıklara boğuluyordu ama şimdi..

    Her ayrılığın uzun ve anlatılabilir bir hikayesi olmaz. Bazısı önlenmeye çalışılır, üzerinde düşünülür, hakkında konuşulur. Fakat bazısı pat diye olur, küt diye vurur insana. Tokat gibi çarpar, sersemletir. Hasta olup yavaş yavaş ölen biriyle umulmadık bir anda, gerçekten de an içinde ölen biri aynı şeyleri hissetmiş olabilir mi? Peki ya yakınları, sevenleri?

    Zamanın dünyanın zengini olduğu aşikar. Hep onun istediği oluyor, hep işler onun lehine ilerliyor, hep o büyüyor, herkes gittiğinde bile o geride kalıyor. Ne istese yapılan şımarık çocuklar gibi, o istiyor oluyor, her oluştan sonra biraz daha fazla şeyi kendine hak görüyor, daha da fazlasını istiyor. Doymuyor, dur nedir, yeter nedir bilmiyor. Çalıyor çırpıyor insanların ömrünü ama uslanmıyor, tövbe tutmuyor. Belki de hiç etmiyor...

    El frenini çekmeden indiği arabanın yokuştan aşağı kayışını görüp bir anda zıpladığı yerinden delice koşmaya başlayan biri gibiydi. Hem koşuyor hem sesleniyordu ama araba da ilerliyordu, üstelik ondan çok daha hızlı ilerliyordu. Ne matem!

    Kendine geldiğinde Süleymaniye'de üniversitenin eski konaktan evrilmiş binası önündeydi. Kemerin altından geçerken soldaki poğaçacıya baktı, ne çok kahvaltının kırıntısı vardı gözünden akanlarda. Boğazında kalmış gibi bir lokma öksürdü. Yağmur başlıyordu. Yüzünü göğe çevirdi, beraber ağlamayı teklif eder gibiydi bulutlar. Başıyla onayladı ve devam etti. Yokuşun başına geldi, sendeledi, duvara tutunmak isterken elini biraz sert çarpmıştı. Yere bir damla düştü, kırmızıydı. Elinde tuhaf bir sıcaklık vardı ve bu acı akıyordu. Sanki içinden geçenler akıyordu. Sanki her şey birbirine karışmayı istiyordu. Yağmur, gözyaşı.. Her şey birleşmek, bütünleşmek, hiç değilse onlar ayrılmamak istiyordu.

    Nisan ayıydı buraya ilk geldiğinde, gezmek-dolaşmak nedir bilmeyen adımları sendeliyordu. Anlatıyordu yanında bir ses, tarihi okumamış da burada olanları bizzat görmüş, şahit olmuş kadar içinde her şeyin. Dinlerken gerçekliği kaybediyordu. Ses uğulduyordu, duvarlar büyüyor, dar sokaklar genişliyordu. Titriyordu içinde bir yerler, korkuyordu ama mutluydu da. İlk defa yüreğinin merkezini bulmuştu biri. Dünyasının merkeziydi burası, o da yeni anlıyordu. Her anlama bir sancıyla meydana gelir. Tıpkı bir bebeğin doğuşu gibi. Sancıyordu içi, aklı..

    Eli taş duvarda koşmaya başladı. Damlarlar kalıyordu geride, kırmızı, parlak, sıcacık.. Her taş birbirinden, her taşın her parçası diğerinden farklıydı. İnsanlar gibiydi taşlar da. Taşlar bir şekilde, harçla da olsa, beraber yaşayabiliyordu, incitmeden, kırmadan, ayrılmadan. İnsanlar taşların yaptığını yapamıyor, ne kadar emek verse de beceremiyordu bazen. İnsanlar taşların yaptığını..

    Burnuna gelen egzoz kokusunda ardından bakakaldığı anı duyuyordu. Eller birbirine sallanırken aslında bir daha kavuşmayacak olduklarını biliyorlar mı diye düşünüyordu. Ölülere el sallamıyor, onlara sadece sarılmak veya son defa ellerini tutmak istiyorduk ama yaşarken.. Belki de hala içinde bir yerde umut taşıdığından insan. Belki de her ayrılık bir kavuşmanın ilk adımı olduğundan. Yine de gönlünü teselli etmesi mümkün olmuyordu. Süleymaniye'de dökülen o yaşlar yanaklarına yerleşmiş, ne yapsa oradan ayrılmıyordu.

    Yokuştan aşağı indikçe elindeki sıcaklık ve geride bıraktığı izler artıyordu. Adımlarının hızı gibi. Sanki taşlar artık cildini, etini geçmiş de kemiğine değiyordu. Oradan da kalbine. Acısı sızlıyordu sanki. Ne demek istediğini anlayacak biri var mıydı? İhtimali olanı yolcu etmiş, bir bilinmezde savrulurken elini tutacak olan var mıydı? 

    Gözünü açtığında başına toplananlar onu kendine getirmeye çalışıyordu. Bir kadının elini çığlıklar içinde sarmaya çalıştığını gördü sol gözüyle, sağ gözünde kızıl bir perde vardı. Denedi, denedi. Temizlenmedi perde. Üstelik sızlıyordu. Hamle yapıp kalkmaya çalışacaktı ama bacağından vücuduna yayılan acı müsaade etmiyor, sanki kemiği kırılıyordu. 

    Pencereyi kapattı. Daha fazla koku daha fazla anı, daha fazla anı daha fazla acı demekti. Yorgundu. Ne kadar sürdüğünü bilmediği bir kabusun içindeydi. Uyanmak için tüm yolları denemiş, bütün kapıları çalmış, zorlamıştı. Bazen kabullenmek gerekiyordu ama nasıl? Eli, gözü, bacağı. Hiçbirinde o gün başlayan acı kalmamıştı. İzlerine baktığındaki sızlamalar hariç. Kalbindeki taş ise milim kaymamıştı yerinden. Bunca zaman. Bunca olana rağmen.

    Yastığındaki nemli yere denk gelince uyandı. Uyuyalı bir saat olmuş, o arada hiç sıçramamıştı. Kendine ait rekorları bir bir yeniliyordu. Ayak seslerini duyunca uyuyormuş gibi yaptı.

    -Hadi bakalım, ilaç zamanı!

     

Yorumlar

Popüler Yayınlar