EKSİK VEDA
“İnsan yükünü hafifletmesini umduğu ne varsa onun ağırlığıyla ezilir evvela…”
Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Yetmedi koşmaya başladı, hızlandı, hızlandı. Uzaklaşmanın verdiği huzura sığındı. Her şey geride kalıyordu sanki şimdi. Hem zaten insan bu kadar hızlı koşarken o kadar da fazla düşünemiyordu. Biraz ağrısı, ağırlığı azalıyordu yüreğinin. Hem insan bu kadar çok severken kızamıyordu. Yalnız yangısı, yanılgısı artıyordu yüreğinin. Hem insan bu kadar çok isterken vazgeçemiyordu. Sabırla ısrar arasındaki ince çizgi, o sınır ki sanki saç teli…
En son ne zaman bu kadar uzağa gidebilmişti hayatından? En son ne zaman telefonunu evde unutabilme hürriyetini hissetmişti? Şimdi sonbahar gelmişti. Yaşanamamış bir ilkbahar olan ömrünün kim bilir kaçıncı hatta belki son baharı. Hala burada, bu dünyada olmakla, nefes almakla, yaşamak aynı şey değildi, biliyordu. Bilmek.. Yetmiyordu. İnsan çoğu zaman bildiğiyle başbaşaydı, öyle kalıp bekliyordu ama çözmeye güç yetiremiyordu. Çünkü insan insandı, acizdi, muhtaçtı..
Sonra hızı azalmaya başladı. Yol kenarındaki ağaçlar fark edilmeye başlamıştı. Önce gövdeleri, dalları, sonra yaprakları ve en son hışırtıları.. Yok oluyordu bacaklarındaki derman, zorluyordu kendi ama kaçamıyordu, bütün o geride kaldığını sandığı düşünceler şimdi elele tutuşmuş üzerine hücum ediyordu. Bu defa onlar koşuyordu, üstelik koca bir ordu edasıyla. Yapamazdı, bu ordunun karşısında duramazdı, biliyordu. Günlerce küçük birlikleriyle bile başa çıkamamış, mağlup olduğu kaç günün ardından savaşmaktan vazgeçip kaçmaya çalışmıştı.
Aniden olan ne varsa insanın merkezinde sarsıntılara yol açıyor. İyi veya kötü oluşu hiç fark etmeksizin. Merkezde, komutanın kalbinde bir sarsıntı. Mesela tam şu koşunun ortasında aniden çöken karanlık, alnından sızan garip sıcaklık, kalbinin kafesinde dört dönen bir serçe gibi çırpınmaya başlaması ama kafes duvarlarına kendini çarparak.. Peki ya nefesi? Hala aldığı o son nefesle mi devam ediyordu? Artık bunu verip bir yenisine geçmesi gerekmiyor muydu?
Kalp kapalı bir kutu. Kimisinin kapağı kırık, kimisinin kırk kilidi var, kimisi bölük pörçük. Ama içinde her ne varsa onu pompalıyor bütün bedene. Olması gereken kan sadece. Olan bu mu peki? Değil elbette. Görünmeyenleri de ruha pompalıyor. Bu defa kalbin adı değişip gönül olmak kaydıyla. Gönlünde ne varsa onunla dolaşıyorsun bu dünyayı, o şekilde yaşıyorsun hayatı..
Kalabalık kokusuydu bu, nerede olsa tanırdı, hiç sevmediği. Bu çığlıklar, sarsıntılar… İnsan bitirmek için başlayandır. Yarıda bırakanlar yarım kalmaya mahkum olanlar.. Dünyaya biteceğini bilerek geliyoruz mesela, ayrılacağımızı bilerek kavuşuyoruz ilk nefesimizle. Yarım nefes diye bir şey var mı? Bu alıp da veremediğine ne demeli?
Ne yaşamaktan korkarsa bir gün gelip onunla başbaşa kalıyor insan. Yaşamaktan korkmak misal, en umulmadık anda tüm coşkusuyla yaşıyor bulduruyor kendini. Peki ya sonra? Bu coşku hep böyle devam edebilir mi, dinmeden, yorulmadan, aynı güçle?
Bir anda dünyanın en sevecen, en tanıdık, en içten dokunuşu.. Bu koku, bu dokunuş, kendini bulmak hissi.. Nasıl o kadar kötü bir haldeyken şimdi toprakla sarılıyor olmuştu? Nasıl bu kadar ağırlığı taşıyamaz zannedip kaçarken kelebek kanadı gibi hafif ve ince bir dokunuşa dönüşmüştü? Yol gözünde bitmez sandığı, uzak sandığı halinden arınıp nasıl bir noktaya sığmıştı? İnsan vedalardan korkunca hep böyle eksik mi vedalaşırdı?
Yorumlar
Yorum Gönder