İYİ BİLİRDİK
Nefes almak her saniye olan ve kendiliğinden gerçekleştiğini zannettiğimiz, olması gerektiğine inandığımız, sıkı sıkıya bu inanca bağlandığımız ve bu bağlanma hali içindeyken de farkına varmadan nefes almaya devam ettiğimiz..
Nefes almak aslında sandığım kadar da basit bir şey değilmiş. İç basınç, dış basınç, aktif-pasif hareketler, kaslar, kemikler.. Allah'ım ne çok şey varmış bir lokma oksijeni içime alabilmem için bana yardım eden, çalışan ve yine ne çok şey verebilmem için. Düşünsene aldığın oksijeni veremiyorsun, ilacın zehre dönüşüyor içinde kaldıkça...
Ne çok şeyin kıymetini kaybedince anlıyoruz değil mi? Ben öyleyim mesela. Nefesimin kıymetini bile kaybedene dek bilemeyenlerdenim. En çok kıymetini bildiğimi söylediğim şeylerin bile gerçekten ne demek olduğunu ellerimden kaydıktan sonra anladım-çoğu insan böyledir zaten-. Her defasında bu sefer sondu dedim demesine ama listeyi hiç tamamlayamadım.
Günlerden bir gün ben iki küçük dehanın kardeşi olarak dünyaya geliyorum. Neden böyle bir şeye gerek duyulmuş hiç fikrim yok açıkçası. Tabi ebeveynlerim benim gibi bir çocukları olacağını tahmin bile edememişlerdir muhtemelen. Sonuçta ilk ikide yüzde yüz başarıyla muhteşem çocukları olmasıyla nimetlendirilmiş kimseler. İki çok güzel ve çok akıllı çocuk. Biri daha yaşına gelmeden belli ediyor zekasını, diğeri üç yaşında okumaya başlıyor. Erken yürüyor, erken konuşuyor ikisi de. Ailem her ikisinden de memnun. Ben doğduğumda abim beş, ablam üç yaşında. İkisi de okuyup yazabiliyor, akıcı denilecek şekilde konuşabiliyor. Kimse söylenilen yaşta olduklarına inanmıyor. Annem sürekli onlarla ilgileniyor, kariyerini bir kenara bırakıp yalnız onlara kendini adıyor falan.
Neyse demeyi çok severim, genellikle cümleleri salata olarak birbirine katıp arasında ben bile kaybolduğum için bununla konuyu kapatmak kolay oluyor. Hem karşı tarafa da "affınıza sığınıyorum, ben bir şey söylemek istedim ama başaramadım, vaktinizi çaldığım için üzgünüm" demiş oluyorsun. İki kuşun canına aynı taşla kast işte, daha ne olsun? Zaten hep böyledir insanlar, cana kastederken bile kestirmeyi ararlar, kolayı seçerler. Neyse...
Ablam ve abim ve annem ve babam... Aslında tam da yabancı filmlerdeki ya da çizgi filmlerdeki ideal aile gibilermiş bana kadar. Anne-baba ve iki çocuk, bir kız, bir erkek. Sonra da bir adet mini boy baş belaları olmuş; o da ben. Annem benim bebekliğimi anlatırken hep yüzünü buruşturur. İki bebeği de porselen bebek kıvamında, pamuk gibi, her görenin oyuncak sanacağı güzellikteyken üçüncü bebeği esmer, saçları alnından çıkan, kuru ve büzüşmüş bir şey. Bu sevimsiz canlıyı kendine pek de yakın hissedememiş olması normal. Alınmıyorum ona...
Bizimkiler tipimden vazgeçip bu sefer dışı farklı bari içi aynı olsun duasına başlamışlar. Benim yaş olmuş bir ben "gak, guk", benim yaş olmuş iki "gak, guk, guk", benim yaş olmuş üç kelimeleri tanımam, hatta belki okumam lazım ben ancak eğri büğrü söylemeye başlamışım. S ve ş harfleri birbirinin içinde, r desen hiç yok. Annemi hatırlıyorum, her kelimeyi sabırla düzeltmeye çalışmasını, hatta bazen sinirinden ağladığını. Halbuki benim de elimde değildi hiçbir şey ama bu durum annemle arama görünmez bir uçurum inşa etmeye çoktan başlamıştı. Babam zaten akşamları gelip yerde otururken kafamı yüzüme bakmadan şöyle bir karıştırıp geçerdi. Ablam ve abimle oturup uzun sohbetler yaparlardı. Babam da akıllı adamdı, doğru yere yatırım yapıyordu. Ben boyalarımla her yeri rezil ederken bana eşlik edecek hali yoktu ya. Ona da alınmıyorum.
Yaşım yedi olduğunda birinci sınıfa kaydoldum. Birkaç kelimeyi tanıyordum ama yalnız o kadar. Ablam ve abim zaten okumayı ve yazmayı başarıyla yapabildikleri için birinci sınıfı atlayıp ikinci sınıftan başlamışlardı. Tabi bu benim için asla görülemeyecek bir rüyaydı. O sene hayatımın en kötü senelerinden biriydi. Ailem çocukları arasındaki keskin farkla bir kez daha yüzleşmişti. Bana karşı sabırlarının ve sevgilerinin tükendiğini artık daha fazla hissediyordum. Zamanla onlara sırnaşmaktan, sevgi dilenciliğinden de vazgeçtim. Artık ruhlar aleminden canlı yayına bağlanan ve ismini dahi vermek istemeyen bir izleyici gibiydim dünyada. Cismen olduğum halde yoktum. Beraber gidilen hiçbir toplantıda ailenin bir üyesi gibi değildim. Annem işine dönmüş, kariyerine devam etmiş, aradaki farkı bile kapatacak şekilde hızlı yükselmişti. Babam zaten olduğu yüksek mevkide isminin başına daha ne ekleyebileceğinin derdine düşmüştü- tabi evrensel sınırları belli bu işin ama yetinmek başka mesele- de neyse.
Ben sürekli itile kakıla, evde görünmezlik pelerinim sadece yetersizliğim yüzüme vurulacağında çıkacak biçimde yaşamaya devam ederken ablam ve abim her geçen gün başarılarına yenilerini ekliyordu. Sanki ablam annemin, abim de babamın minyatür hali gibiydi. Allah'ım gittikçe görüntüleri de benzemeye başlamıştı. Annem ablama liseye başladığında kendi terzisinden daha ağır kıyafetler diktirmeye başlamıştı. Abim zaten ceketsiz gördüğüm nadir günlerde de gömleği üzerine kazak giyiyor ya da omzundan atıp bağlıyordu. Ben dördünün birden iğrenç bir şeymişim gibi baktığı montum, kapüşonlu üstlerim, kotumla hayatıma devam ediyordum. Birkaç kez kendileriyle uyumlu giydirmeye çalıştılarsa da böylesinin daha çirkin ve emanetsi durduğuna karar verip beni benim kıyafetlerimin içindekilerden en iyileri bulmak suretiyle yanlarında gezdirme kararı aldılar. Haklıydılar...
Liseye geldiğimde artık ne olmam gerektiğine karar verme zorunluluğum uykularımı kaçırmaya başlamıştı. Benden ne olurdu, ne olabilirdi? Böyle sağlam bir hamurdan, böyle harika bir genetikten ola ola ben olmuşken nasıl iyi bir şey bekleyebilirdim ki kendimden? O günlerde elime bir kitap geçti. İyi insan olmaktan bahseden, kendi gibi olmayı anlatan bir kitap. Aynı kitabı üç günde beş defa okudum. Ne olmam gerektiğini anlamıştım, iyi insan olmalıydım. Meslek tercihini rafa kaldırıp iyi insan olma çalışmalarına başladım. Tabi bu pek de "haydi olayım" denilip de olunacak bir şey değildi. Uğraşmam gerekti, çok uğraşmam. Hayatımda ilk kez görünmezliğim bu denli işime yarıyordu, ilk kez zaafım değil kalkanım olmuştu. Ne yapsam ne etsem de kimsenin aklına ben gelmiyordum. Yardıma ihtiyacı olan birine koşsam da insanlar hep başkasından biliyordu yaptıklarımı. Durum böyle oldukça motivasyonum daha da artıyordu.
Üniversite sınavı benim gibi biri için aşılması zor tümseklerden, dönülmesi zor virajlardan biridir. Çoğu ailenin çocuğu aldığında kırk gün kırk gece kutlama yapacağı bir puan bile benim ailemde zeka geriliğim olduğuna dair inancın pekişmesini sağlamaya yetmişti. Olsundu. Benim hedefim elim ekmek tutsun, insanlara faydam olsun, düzenim bozulmasın kadardı. Adımın önünde ne yazdığı ya da cebimdeki hariç bankada ne kadar birikim yaptığım aklımı pek de meşgul etmiyordu. Bu yüzden üniversite hayatım boyunca da kariyer odaklı işler peşinde koşmadım. Fakat bazen anlam veremediğim biçimde onlar benim yoluma çıkıyor, ben de kısmet tepilmez deyip gerekeni yapıyordum. Hâlâ görünmezdim, hâlâ iyi insan olmaya çalışıyordum ve hâlâ bu halimden memnundum.
Mezun olduktan sonra bir süre işler bizimkilerin bile beklediğinden kötü ilerledi, ilginç ama ilk defa ben bile kendimden böylesine kötü bir performans beklemiyordum. Bir süre işsiz kaldım, acımasız yorumlar, insafsız yüklenmeler eşliğinde yaşamaya çalıştım. En çok üzen ve yoran şeylerden biri de görünmezliğimin eskisi kadar kuvvetli olamayışıydı. Artık her yerden bakılınca görünen biriydim. Üst katta babam yakalıyordu, mutfakta annem, telefonda abim, odamda ablam...
Üzerinden uzun zaman geçen bir çok şey anlattım, güzel ve çirkin, iyi ve kötü çok şey yaşadım. Bugün hepsiyle alakalı bir sona ulaştım ama tabi asıl muhasebe henüz başlamadı. Birazdan imam efendi beni nasıl bildiklerini soracak. Bütün heyecanım ömrümü adadığım şeyi gerçekten yapıp yapamadığıma dair bir umuttan kaynaklanıyor. Ardımdan ağlayanlar var, duyuyorum ve Allah affetsin bu beni mutlu ediyor. Birilerinin seni kaybetmekten üzülecek kadar sevmesi güzel şey. Sessizlik yoğunlaştıkça hıçkırıkları daha iyi duyabiliyorum, biri annem. Anneler böyle işte, ne kadar beğenmez görünse de, kızsa da yine de çok sever evladını. En beklenmedik, umulmadık evladını bile hatta. Onu anlıyorum...
İşte gürül gürül bir ses, işte beklediğim hıçkırıklar, işte ses tonlarında duyduğum, umduğum samimiyet ve işte boşa geçmeyen hayatımın özeti;
"İyi Bilirdik!"
Yorumlar
Yorum Gönder