Kış Baharı
Bahardı...
Her bahardan farklı bir bahar, sonbahardan daha kahve-sarı, daha hüzünlü bir bahar. Oysa itiraz etme şansım yoktu, kışın ortasındaki baharı reddetmiş değildim, bu beni baharda yaşadıklarımı kabullenmeye ikna ediyordu. Üstelik kış baharının bu bahara kıştan beter havalar getirmiş olmasına rağmen. Bilirsin, ben hep o dörtlüyü sevmişimdir zaten.
“Neyse,
Olsun,
Nasip,
Hayırlısı”
‘Demek ki’ diyorum, böyle olması gerekiyormuş. Gerekiyormuş çünkü ardından geleceklerin bu yaşananlara ihtiyacı varmış. Hani bir öyküde geçiyordu ya “Yangının ortasındaydı ama ellerini ısıtmak için ateş yakmaya çalışıyordu. Elleri ısınmadan içinin titremesi geçmiyormuş.”. Tam da öyle, bir yandan yanıyorum ama bir yandan da yeni bir ateş yakmaya çalışıyorum sanki. O ateşi yakarsam yangın da sönebilir ama yakamazsam donarak ölebilirim.
Yarın oldu...
Bugün demeye dilim pek varmıyor, eskiden severdim. Gece yarısını geçince annem yarın dediğinde hemen düzeltip bugün derdim. Ne önemi varmış? Bilemiyorum; şimdilerde olmayan aklımı başkasına dağıtmak gibime geliyor. Sevmiyorum eskisi gibi insanlarla paylaşmayı. Bencil mi oldum? Belki de. Paylaştıklarımın hep misli misli götürdüklerinden kalan boşlukları doldurmaya yetmedi gücüm. Yıllardan kalan koca koca gedikler. Kolay değil, elinden geleni sonuna kadar yapmaya çalışırken elini koparmaları, kolunu kanadını kırmaları. Geri dönüş şansım olsa -ki bunu zerre kadar da olsa istemem- yine aynısını yapardım işin acısı. Olsun, bazı şeyleri yaşamadığında aklın kalbine ne dese dinletemiyor sonuçta. Ancak bir defa tecrübe ettin mi aklın karşı konulamaz otoritesi başlıyor. Her ne kadar benim kalbim birkaç başarılı darbeye imza atmış olsa da tarihimde, nihayetinde meydanda sallandırılmak olan sonundan kaçamadı o da. Güzel günler yaşayamadı ama güzel yaşadı, kaybı da öyle olsun isterdik, nasip...
Neyse, günler geçiyor, ben de benden...
Benim kendimden geçişim biraz uzun sürdü sanırım. Zaten hayatım hep geç kalmışlıklar üzerine kuruludur, bilirsin. Hızlı başlamıştım da bir anda ayağım takılmıştı evvelce, sonra da hep ağır aksak, düşe kalka, gecikmeli ilerledim. Fakat sonuçta ilerledim mi? İlerledim. Çünkü nasip. Varsa nasibin, engellemeye sen bile güç yetiremiyorsun. Kısmetini tepmek var mesela tabirlerde, ama nasibini tepmek? Yok, tabii. Nasıl olsun? Nasip adı üzerinde sana yazılmış olan, teptiğin kısmetin de tepilmiş olması nasibin mesela. Dağıldı konu, gitmeliyim.
İç sesim feryadı basıyor:
-Kalk ayağa! Vazgeçemezsin, yıkılamazsın!
Bir an yelteniyorum da ayaklarım tutulmuş, uzun süredir aynı yerde oturuyorum. Ne diyeyim, hayırlısı. Demek iç sesimi duymamak için kulak tıpası takamamaktan rahatsız olmak da varmış kaderde. Neyse ne. Bu da geçer mi? Geçer. Öyleyse mesele yok. Mesele; geçerken neleri de yanına kattığı, ne şekilde geçtiği derdim önceden. Hani şu “geldi geçti, deldi geçti” muhabbeti gibi. Artık onu da umursamıyorum, varsın geldiği gibi, varsın deldiği gibi geçsin. Geçsin de şu meret...
Mesafeler kısalmış diyorlar. Yollar hep açıkmış ya ondan. Peki benim mesafe hesabı yapacağımın olmamasını da hesaba katıyorlar mı? Düşünmeden konuşuyor insanlar, hepimiz, sen, ben, o. Benim mesafe hesabı yaptığım günlerde yollar tıkalıydı, geçişler kapalıydı, mesailer vardı, zaman dardı, imkanların önünü kesen imkansızlıklar... Bütün bunlara rağmen umut ettiğim için inanıyordum olacağına, kalbim beni karşı konulamaz bir güçle ikna ediyordu. Peki ya şimdi? İster yollar açılsın, ister binalar taşınsın, hatta ışınlanmayı keşfetse insanoğlu ehemmiyeti kalmadı. Mesafeyi hesaplayacak başlangıç noktası kısmen olsa da, artık bir varış noktası yok. Matematikle ölçülür gibi ölçülemiyor, kiloyla tartılamıyor bu tür metreler...
Yorumlar
Yorum Gönder